Röportaj: Nilüfer Tuba Akman
Editörden: Terzi Çırağı Barbaros Şansal ile Yıldırım Mayruk, Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilecek ‘2023’e Hikayeler Son Gala’sı ile 23 Eylül 2020 tarihinde Türk Modasına veda ediyor. 1960’tan 2020’ye uzanan bir serüvenin sonunda 150 manken iştiraki ile gerçekleşecek olan Veda Galası evvelinde, son revize metin onayı 2016 yılının son ayında alınan Özel Röportajımızı siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.
Nihai son kullanıcıya, tüketime, alışverişe vs ilişkin ana başlığa ve ara başlıklara özellikle yer vermediğimiz ilgili röportajın hukuksal kapsamda detaylı değerlendirilmesi TBM – Tüketici Başvuru Merkezi Genel Başkanı Avukat İbrahim Güllü tarafınca gerçekleştirilmiştir.
Saygılarımızla
Televizyon ekranlarında sizi çok göremiyoruz. Yasak koyulmasının nedeni nedir?
Ben de bilmiyorum. Biz ‘az sonra’ ile değil, yarınlarla uğraşan insanlarız. Bizi çok etkilemiyor. Ticari olarak etkiliyor. İşimi etkiliyor, bayağı etkiliyor. Çünkü bizim mesleğimiz popülerlikle ilgili bir şey. Ekmeğimizle oynuyorlar aslında, budur bunun Türkçesi.
Nicelikle değil, nitelikle iş yaptığınız zaman tüketici geliyor, buluyor zaten. Bunun örneği, karşılığı nedir? Mısır Çarşısı’nın arkasında sağ tarafındaki kuru kahvecinin önündeki kuyruk hiç bitmez. O kahvenin aynısı süpermarketlerde de var. Onlar büyük firma ama yerinde taze çekilmiş kahveyi insanlar oradan alır. Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır derler, ben bunu şöyle teşbih ederim. Ben intikamcı değilim ama derler ya “intikam soğuk yenen bir yemektir”. Tam tersi kırk yıl kahvenin hatırına benzer. O kapatılmış falda kırk yıl sonra ne olacağını buna sebep olanlar bilemezler. Ben Birçok Gençlik Örgütü ve Uluslararası Örgütler ile olan çalışmalarımla, hem de 54 üniversitede bugüne kadar verdiğim konferanslarla, üstelik sahadaki eylem ve Üniversite eğitim bilimcisi olmamla, hafta sonu bile fedakarlık yapıp atölyemize çoluk çocuğu doldurarak, eğiterek mücadele ediyorum.
Bilginin olmadığı hiçbir yerde bir şey üretilemiyor. Tüketici de bilinçli değil, Türkiye’de zaten. Biri çıkar, beş yüz tane tabağı yıkar, şu kadarcık deterjanla. Karşısında profesyonel aşçılar vardır, onlar yıkayamıyordur o bulaşığı reklamlarda. Küçücük bir deterjan parçası çıkarırlar, kilolarca çamaşır pırıl pırıl olur. Yahut da öyle bir şampuanla saç yıkarlar ki, o saçlar böyle uçuşup dans ediyordur. Bir alışveriş merkezi, “Türkiye’de bir ilki gerçekleştirip tüm kapılarımızı sokak hayvanlarına açıyoruz” diye afişler bastırdı fakat hayvan girmesi yasak oraya. Orada sokak hayvanları sergisiymiş, mama bağışı yapılacakmış. Ben bazı şeylerin ve bu Ülkenin mantığını anlamakta zorluk çekiyorum.
Samimi bulmuyorsunuz..
Samimi zaten değil. Bir kere sokaktaki hayvan mama yemez. Kaldı ki o mamalar kimyasal, yurtdışından ithal vesaire… Alışkanlık yapıyor, karaciğer enzimleri üzerinde tahribat yapıyor, hayvanlarda kansere yol açıyor. Sen buna alıştırmaya çalışıyorsun, hayvanı içeri bile sokmadan. Duyarlı olan herkesin ayıplı, özürlü işle uğraşması lazım ki, engelli bir Ülke olmayalım.
Peki karşılaştığınız en büyük zorluklar neler? Örneklendirmek anlamında…
Önce bir 1980 öncesi var. Ben çok küçük yaşta başladım mesleğime, babaannemin yanında yaz tatillerinde. Toto Karaca’nın, Mevhibe İnönü’nün günlük elbiselerinin aspirin baskı düğmelerini dikerek. Elhamra Tiyatrosu’ndaydı o zaman Toto Karaca. Şimdi orası eşcinsel diskoteği oldu. 1980 İhtilali olduğunda, nezaretlere alındık, Selimiye mesaimiz başladı, sürgün yıllarım var. O yıllar da çok zor yıllardı, ondan öncesi de zordu. Sonra 28 yıl önce, Yıldırım Mayruk’ta işe başladım. Yıldırım Bey “at bunu işten” dedi. O zaman gazeteler benim için Beşiktaş’a inen caddeden adını alan eroinman diye yazdılar. Böyle şeyler yaptılar, hala yapıyorlar. Acun’un yarışmasında bir yarışmacı ayrılmış, bir şeyler söylemiş. Ne acı. Bu mesleğe ilk soktuğum, ilk koreografisini yaptığı, kızının gelinliğini hediye diktiğim, yerime bir televizyon programında görev yapan arkadaşım, “Barbaros Şansal’ın yanına gitsin o. O da onun kadar aksi” demiş. Evet aksiyim ben ama onların aksiyim, yansımasıyım. Ayna gibiyimdir ben. Yıldırım Mayruk olarak, 50 yıllık firmayız. Daha 1 lira reklam giderimiz yok. Logomuzu bütün Türkiye biliyor. Haber olarak, takdir alarak, iş yaparak, işçi çalıştırarak, istihdam üreterek, yatırım yaparak büyümüşüz. Bu başkalarını rahatsız edebilir. Bugüne kadar devletten bir kuruş yardım almamışızdır, diğer arkadaşlar gibi. Hiçbir yere davet edilmemişiz, Hükümet tarafından. Hayfa, Doha, Tel Aviv, Moskova, Doha, Paris, Aşkabat, Tokyo, Nijer, Kongo, Kamerun… Dünya’nın her yerinde işler yaptık. Bunları hep kendi imkanlarımızla yaptık ve gittiğimizde bayrağımızı da bavulumuzda götürdük. Yurtdışı çıkış fonlarımızı ödedik, o haraçları. Ulusal sermayede de çok büyük sıkıntı çekiyoruz, sektör olarak. Dikiş ipliğini Almanya’dan, astarı Fransa’dan almak zorundayız. Kumaşı İtalya’dan, İsviçre’den, Fransa’dan almak zorundayız. Yok Türkiye’de çünkü.
İşinizi zorlaştırıyorlar o zaman…
Şimdi terzi diyerek bizi aşağıladılar. Hiçbiri bu mertebeye gelemez de…Terzi olmak için tarzınız olması lazım ve bu işin eğitimi 20 yıl. Dalga geçiyorlar herhalde… Bir ceket dikebilmeniz için 20 yıl geçmesi lazım. 20 yıldan önce dikemezsiniz. Maalesef Sümerbank, Karamürsel mensucat gibi ulusal entegre tekstil sanayimizin bütün büyük sistemleri yok artık, kayboldu. Adana çırçır da kapatıldı, pamuk tohumu da bitti. İpekli üretimi zaten yok. Bursa’da her yer fabrika, dut ağacı yok. Dut ağacının olmadığı yerde ipek olmaz. 2009 Uluslararası Doğal Elyaf yılıydı ve ben Hülya Avşar’la bir televizyon programında bunu uzun uzun anlattım. Doğal elyaflarınızı kaybederseniz, insanlık yaşayamıyor. Yüzde yüz pamuk, keten, yün, ipek, kenevir gibi doğadan gelen malzeme ile giyinmezseniz, tekstilinizi yapmazsanız; insan ömrü uzamıyor, tam tersi hastalıklarla kısalıyor. Polyester halıların barındırdığı statik elektrik ve bakteri… Dikkat edin kadınlarımızın çoğu genital hastalıklarla uğraşıyor. Çünkü naylon, polyester, sentetik iç çamaşırı kullanıyorlar. Bu elyaflar eriyerek cildin gözeneklerinden hücrelere girdiği için, o zehirli boyalı, lastikli, likralı şeyler zararlı. Bir de bunun yalıtkan özelliğini koyun. Hiçbir şekilde nefes almıyor, hava da geçirmiyor… Vücudunuzdaki terleme ve bakteri üretimi artıyor. Tüketici de bu konuda bir garip. Mesela sadece mesleğim olduğu için değil, herhangi bir konuda herhangi bir ürün alırken ya da servis alırken bakarım. Kullanma kılavuzuna, içindeki etiketine, garantisine, fiyatına bakarım.
Aldıktan sonra uğraşıyorsunuz…
Çok örnekler yaşadım. Örneğin çok ünlü bir zincir, Ahmet Hakan hep orada yer içer, onların şubelerinden birinde yabancı misafirlerimle birlikte bir yemek söyledik. Bir ızgara et geldi. Et buz gibiydi, donmuş yağ vardı üzerinde. “Ben bunu istemiyorum”, dedim. “Efendim, aşçımız gitmişti de…”. Pişirdi de gitti, sen zamanında getirmedin. Geri gönderdik, hesap geldi, yemediğim etin parasını da yazmışlar. “Biz size kahve ikram edelim onun yerine” deyince dükkan ayağa kalktı. Onun altını hep çizerim, sizler tüketici değil sindiricisiniz. Sindiriyorsunuz aldıklarınızı. Tüketim maddesi başka bir şey. Siz doğayı tüketiyorsunuz ama geri kalanı sindiriyorsunuz. Sonra da ne çıkacağını, okuyucuya bırakalım burada artık.
Sanayi, teknoloji ve endüstri, insanlık için gelişim açısından önemli. Konfor getiriyor fakat yaşam kalitesini yükseltmiyor. Yaşam standardını yükseltiyor. Ürünler hakkında “En kaliteli biziz.” söylemi var idi eskiden. Şimdi dikkat edin, ‘kalite’ lafı kalktı. Şimdi ne var? En tasarım, en moda lafı var artık. Moda insanların, dinsel, cinsel, fiziksel, kültürel, ekonomik ve siyasi haberleşme biçimine verilen bir sosyal olgunun adı. Kredi kartına 48 taksitlik bir malzeme ya da bir aksesuar değil. Yazılı tarihi 1905’de başlıyor, çok yeni ama binlerce yıldır var. Operayla dünyaya yayılıyor, tiyatroyla sistemler ve rejimler değişiyor. Sinemanın gelişiyle kapitalizm dünyaya yayılıyor derken; televizyonun ve internetin gelişiyle de dikkat edin, insanlar dogmalara doğru yönlendiriliyor. Bir de örneklenen insanlar, performans sanatçıları var şu an. Tiyatro, opera falan yok artık heykeller de ucube… Öncü olması gereken sanatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar sosyal toplumlarda çok önemlidir. Bunlar o kadar kötüler ki, toplum onlara baktığı zaman “ben de onun kadar yapabilirim” diyor. “Ben de oyuncu olurum, ben de manken olurum, kaset yaparım, ben de resim yaparım” gibi… İşte Hülya Avşar’ın dediği laf gibi profesöre, “Bu tablonun renkleri kocamın tuttuğu takımın renkleri gibi”.
Gülmek istemiyorum…
Gülün ama gülün. Trajikomik bir toplumda yaşıyoruz. Katar’da işyerimiz vardı, orası enerjiden dolayı zenginleşen bir yer. İnsanları bizden nazik, bizden terbiyeli. Kitap okuyorlar. Katar’ın toplam nüfusu 1 milyon. Şeriat ülkesi olduğu halde, Doha’da 11 kitapçı var. Bizim İstiklal Caddesi’nde günde 3 milyon kişi geçiyor, 4 tane kitapçı var. Artık ne kasap ne manav ne de oyuncakçı kaldı. Ne tamirci ne de tesisatçı kaldı. Mahalle aralarında pastane kalmadı. Siz Türkiye’de çamaşır kurutucu alacaksanız A, B bilemedin C marka. Adı Türkçe olan, en önemlisi “dünya markası olduk” diyen bir marka. Küçük bir buzdolabı alacaktım, illa Türk malı alacağım diye gittim. Türk malı diyorlar, arkasını çeviriyorum Endonezya, arkasını çeviriyorum Singapur, arkasını çeviriyorum Çin ama adı Türk.
Evinizde hangi beyaz eşya markalarını kullanıyorsunuz?
Benim evimde Hollanda malıçamaşır makinası var ama 25 yıllık. Alman malı bir bulaşık makinam var. Yine aynı Ülkeden bir buzdolabım var. İngiliz malı kurutucum var. Markasını hatırlamadığım bir ütüm var. Onlar çok çabuk bozulduğu için 2 ayda bir değişiyor. Klima mecburen kullanıyoruz. Japon malı kullanıyorum.
Peki alışveriş merkezleri…?
Ben alışveriş merkezlerine adım atmam, hiçbirine. Karşı olduğum için. Alışveriş merkezlerine karşıyım çünkü alışveriş merkezleri yan yana büyük bloklar halinde yapılıyor da ben şuradan referans aldım. Bir gün Kapalı Çarşı’ya girerken fark ettim ki, Dünyanın en eski, en büyük, en kapalı alışveriş merkezi. Yüzlerce yıldır orada ve içi pırlanta, altın, antika, döviz dolu. En zengin hedeflerden biri fakat girerken kimse aranmıyor, yürüyerek girip çıkıyoruz Kapalı Çarşı’ya biz. Kapalı Çarşı’da metal detektörler yok, çantalarımızı makinalardan geçirmiyoruz ama prefabrike bir alışveriş merkezine girerken oluyor…
Ucuz, taksitli ucuz eşyaların satıldığı yahut petshopu, cafe – barı olan alışveriş merkezine giriyorsunuz; oraya girerken uçağa biner gibi her yeriniz aranıyor. Kapalıçarşı aranmıyor: Altın, pırlanta, döviz, trilyonlar var. Orada 99,9’luk tişörtün vitrinde olduğu yerde sizi arıyorlar. Bu bana, emperyalizmin ticari malları koruduğunu öğretti. Sizi korumuyor. İnsan değil, orada korunan. Orada mal korunuyor. Hafta sonu çoluğu çocuğu alıp açık havada rekreasyon yapmak yerine; puseti alıp, yürüyen merdivene bindirip o kirli havada, tozlu ortamda, bütün kimyasal temizlik maddelerinin kullanıldığı, içinde kuş bile uçmayan yere gidip hafta sonu geçiriyorlar. Bunlara inanamıyorum ben. Yok Dünya’da böyle şeyler. Ne Paris’te, ne Londra’da, ne Milano’da, ne Almanya’nın hiçbir yerinde. Outlet tarzında büyük alışveriş merkezleri var ama onların hepsi şehrin çok dışında, en yakını 100 km mesafede. Sınır bölgelerine yakın, outlet gibi çalışan yerler. Yoksa dünyanın hiçbir yerinde örneği yok. Dubai, Katar gibi yeni mimarileşen yerlerde ise, zaten onların sokaklarında bakkal, kasap yok…
Tükettiğiniz gıda ürünlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?
Alışverişimi kendim yapıyorum. Semt pazarlarını çok seviyorum. Mesela Sarıyer’de Pazar gidiyorum, Sarıyer’den alışveriş yapıyorum. Sarıyer balıkçımın, sütçümün, kasabımın, manavımın olduğu yer. Kasabım telefon açıyor; “Abi, sana 2 kg kuzu budu ayırdım, bu hayvan özeldir” diyor. Kendileri yetiştiriyor meralarında. Balıkçı Ali, “Bilmem ne akını vardı, şunları al derin dondurucuya at…” Bahçemizde yaz aylarında; kendimize göre domates, barbunya, soğan vs. yetiştiriyoruz, bahçemiz müsait. Kışın da semt pazarında Zerrin abla var; ıspanak ve roka üretir kendi bostanında, direkt bize yollar. Hem de rafyaya (doğal sazdan yapılan bir nevi ip ) geçirdikten sonra bağlar ve yollar… Naylon torba kullanmaz. Bir yarışma programı yapılmıştı. Nasıl alışveriş yaptığımı ve nasıl ayırdığımı, ‘Yemekteyiz’ programında gösterdim. Patates, yumurta, soğan kabuklarını, biyolojik atıkları ayrı bir kaba atarım. Benim bidonum var bahçede. Atıklarımı orada biriktiririm, çim biçilince de oraya atılır. Doğal gübre elde ederim ve o gübreyi kullanıyorum.
Ne kadar güzel şeyler yapıyorsunuz!
Naylon atmam asla, metal kutu almamaya çalışırım. Pet şişe çok zorunlu olmadıkça hayatta sokmam evime. Almam, alışveriş merkezlerine de girmem o yüzden. Örneğin; Kanyon yakın akrabalarımın fakat daha içini görmedim. Mesela Safir’in, İstinye Park’ın nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum. Önünden geçiyorum ama hiçbirini görmedim. İçine girmedim. Karşıyım, kaldırılması taraftarıyım. Sokak aralarında, caddede, mahallede alışveriş keyfini yaşamak istiyoruz. Siz yurtdışına gittiğiniz zaman orada büyük markalar var. Fakat burada Christian Dior’un butiği varsa, 50 metre ileride bakkal var. Hemen ötede iyi bir şarküteri var, her semtin iyi bir kasabı var. Herkes gidip de Migros, Carrefour’dan alışveriş etmiyor ki, Paris’te. Carrefour falan Fransa’da daha varoş yerlerde. Standart yerlerde onları göremiyorsunuz. Standardı yüksek yerlerde o marketlerin hiçbirini göremiyorsunuz.
Şehir dışında oluyorlar…
Daha köy, kasaba gibi şehrin dışında yerlerde oluyorlar. Alışveriş merkezi değil, süpermarketten bahsediyorum. Yurtdışında, ithal ediyor da olsa gıdasını, tekerlekli arabasıyla belediyeden iznini alıyor, alışveriş yapılan bir sokağın ya da caddenin köşesinde tezgahını açıyor. Çiçekçisi ya da sebzecisi olsun, elletmiyor da size. Siz söylüyorsunuz onlar kağıt poşette veriyorlar. Süpermarkette alışveriş yaptığınızda size soruyor “Torba istiyor musunuz?” diye. Siz “evet” derseniz 2 cent torbaya ücret yazıp, tam geri dönüşümlü sentetik torbayı veriyor. Artık kanun o atığın parasını tüketiciden alıyor. Burada yeni naylon torbaları diğer torbaların içine tıkıyor, markette insanlar.
Ben de yapıyorum…
Yapmayın. Ne olur şu sentetik kimyasalları kullanmayın. Yüzlerce yıl kalıyor. E çöp, daha kötü. Alıp saklayacaksanız mesele yok. Çevrenize bir bakın, ne hale geldi Türkiye. Hidroelektrik santraller… En son Samsun’daki alışveriş merkezi Gima haritadan silindi. Yüzlerce işyerini su bastı ve halk orayı yağmaladı. Bu haber olmadı, yağmalama oldu orada. Bunlar konuşulmuyor, Türkiye’de. Yarın, öbür gün nasıl ki 6-7 Eylül olaylarında İstiklal Caddesi’nde ekalliyete ait dükkanlar hedef gösterildi, camları çerçeveleri indirildi, her şey yağmalandı… O devrin alışveriş merkezi İstiklal Caddesi’ydi. İthal porselenler, ithal kumaşlar, Lazaro Franko’lar, Lion mağazaları… (İstiklal caddesindeki seçkin mağazalar) Bütün Rum, Ermeni, Musevi, hepsi oradaydılar, orası hedef gösterildi. İnsanlar öldürüldü ve malları yağmalandı.
Doğru..
Bu halk fanila çalacak kadar aç mı? Öyleyse bilelim. Diyelim ki, “Evet, bizim halkımız 9 liralık bir fanilayı çalacak kadar aç ve edepsiz, terbiyesiz ya da ahlaksız. İnsanımıza, Ulusumuza yapılan bu muameleye bakın… Dikkat edin, üretici yapmıyor bunu. Aracı ve tüccarlar yapıyor. Bir buzdolabı fabrikası ya da herhangi bir beyaz eşya fabrikası üretirken gelişmeye açık; dünya trendlerini yakalayıp belki tasarımını değiştiriyor, ürününü yapıyor ve pazarlama kısmıyla ilgileniyor. Ama pazarlama ve satış ürünün niteliğini geçtiği zaman, ürün olmaktan çıkıyor. Çamaşır makinaları podyumda yürüyüp defile yapıyorlar televizyonda. Gülüyorum yani. Bizi Yani Yıldırım Mayruk Moda Laboratuvarını bir reklam firması aramıştı, deterjan reklamı …Reklam filminde oynatmak istediler. Ne yapacakmışız biz? “Bakın bizim diktiğim elbiseler bu deterjanla yıkanınca, pırıl pırıl olacak diyecekmişiz.” Bizim diktiğimiz elbise çamaşır makinasına giremez! Çoğu kuru temizleme bile yapılamaz.” “Siz dalga mı geçiyorsunuz?” dedik. Gelinliği çamaşır makinasına mı atacağız? Paspas mı bu?
Bunu düşünmemeleri de tuhaf.
Bunun sebebi temelindeki kolaycılıktan ve taklitçilikten geliyor. Türkiye’de izlediğim ticari, iktisadi, siyasi, sosyal projelerin yüzde sekseni taklit. O kadar. Oradaki isim, burada Cansu Dere oluyor. Aynı kurgu fakat buraya göre değil. Buraya göre bir şeyler istiyoruz biz…
Peki buna engel olan nedir?
Farklı yüzleri görmek, farklılığı ve çeşitliliği görmek istemiyoruz. Tek tip olmak istiyoruz. A şampuanı ile B şampuanının reklamına baktığınızda, aynı. Biri dijital kurgu. Saç teli, içine moleküller giriyor, bir tane Hollywood’un kuaförü fön çekiyor. Saçlar arkadan çekilmiş, dönüyor, slow –motion, yerine oturuyor ve bir kadının gözleri bakıyor. Bu kadar. At arabasında atık toplayan bir roman kızının saçlarını göremiyoruz, biz reklamlarda. Zaten sattıkları zümre o. O kullandıkları modeller ya da o kurdukları mizansenin standardında olan insanlar alışveriş merkezinde satılan şampuanı kullanmıyorlar ki! Onlar çok üst seviyede, pahalı kozmetik, şampuan kullanıyorlar. Şişesi 600 liralık şampuanları kullanıyorlar onlar. O şampuanı sattığı insanlar; kağıt toplayan, çiçek satan roman kızı, o başını kapamış okula giden tesettür kızımız, sokakta fuhuş yapmak zorunda kalmış transseksüel… Onlar alabiliyor onu. Zenginler kullanmıyor, ucuz şampuanları. Ama diyor ki, “Bu şampuanları kullanırsan, onun gibi zengin bir hayatın olur.” Hayır öyle değil. O açıdan baktığım için, bu reklamlar beni çok rahatsız ediyor.
Üretici değil, tüketiciyiz…
Diğer taraftan yerel ürünlerimiz yok. “Türkiye’nin milli markalarını sayın.” diyorum, konferansta. Başlıyorlar: “Ülker….” “Yavrum marka, mal” diyorum sonrasında… Süleyman Demirel, “Marka, mala denir” demişti, beni bitirmişti. Ürün Oltu taşı, lületaşı bir marka, bürümcük senin milli bir kumaşın, marka. Ödemiş ipeği, marka. Bunlar marka. Bana ticari firma adı vermeyin. Marka verin. İşaretlenmiş, onaylanmış, hukuksal altyapısı alınmış anlamında. Ben sayıyorum bakın: “Susurluk ayranı, Antep baklavası, Bebek badem ezmesi, İskender kebabı, İnegöl köftesi hatta Saray Muhallebicisi’’ diyorum. Hepsi yenilen, sindirilen ve dışkılanan işler. Markanın sonu dışkı oluyor, Türkiye’de. Bugün dünya markalarına baktığınız zaman örnek diyelim Gherardini İtalyanların çanta markası, yüzlerce yıldır orada. Hermes çanta alıyorlar, bilmiyorlar ki onların asıl işi at semeri yapmak. Bunlar at koşumları ve semerlerini yaparlar. Hepsinde at başı vardır. Burada “Semerci” diye bir marka açın bakalım, kim gelir alır? Bizden olan hiçbir şey istenmemeye başlandı, ona kızıyorum. Adı Türkçe olan, bizden olan hiçbir şeyi beğenmiyorlar. Terminolojilerini değiştirdiler. Yüzde yüz Türk sermayeli, yüzde yüz Türkiye’de üretilen, yüzde yüz Türk malı olan bir ürünün adı Latince. Çünkü “ gavurun malı iyidir” mantığı.
Bugün devrim geçiren ülkelere bakın. Mısır, Libya niçin çöktüler? Bina, inşaat, gelişme… Bina çoğalınca, doğal olarak zina çoğalacak. Çünkü insanoğlu, doğada saklanarak çiftleşen tek canlıdır. Birbirinden ayıramazsınız. Kuran-ı Kerim de o sinyalleri verir. “Bina ve zina çoğaldığında kıyamet kopar.” der. Ama Kuran’ı Kerim’i referans alan iktidarlar her yere bina yapıyorlar.. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra istihdamı sağlamak ve nüfus yaratmak için yapılmış bloklar. Aynıları… Kat kat binalar ve beton… Çocukların ayağı toprağa değmeden ölecek insanlar… Hemen yanında bir okul, bir cami ve bir yapı market, alışveriş de merkezi değil. Ne satılıyor orada? Hela fırçası, fayans aksesuarı, kokulu mum, şemsiye, bahçe barbeküsü. Yapı için bir şey satılmıyor. Ne bir izolasyon malzemesi ne başka şey.
Evet, doğru…
İşte bunlar tüketiciyi tuzağa düşüren, “sindirici” yapan, aldatan stratejilerdir. Alışveriş merkezi otoparkına gittiğinizde ücret ödüyorsunuz; “Mağazadan da kazanayım, otoparktan da kazanayım, burada yesin ve içsin bundan da kazanayım.” mantığındalar. Buradaki de aynı kahveci, oradaki de. Kanlıca’ya gittiğinizde yediğiniz şekerli yoğurt yerine; çilek renginde, karpuz kokusunda ve muz tadında bir Danone veriyorlar, plastik kaşıkla. Cam kapta bir Kanlıca yoğurdu yemek, hayal artık. Hiçbir şeyimiz kalmadı.
Değerler gidiyor…
Sen orada kilimden, meşinden yapılan bir marka yarat. Mesela kilim bavullarını Avrupalılar çok seviyorlar, kullanıyor. O da yok. Senden olan her şeyi, senden alarak satıyor. Dedim ya; “Emperyalizm sizi ticari mallarıyla ele geçirir ve protokolde hep kırmızı halıda karşılar. Ama karanlık zindanda ağırlanırsınız, sonunda. Cehaletin, yobazlığın ve paranın zindanıyla. O kirlilikle zindanda ağırlanırsınız.” Bakın şöyle hesaplayın: Türk işçisi 700 lira asgari ücretle çalışıyor diyelim. Para biriktirdi ve evlendi diyelim, fedakarlıklar yaptı ve bir gümüş çay tabağı alacak. Bir gümüş çay tabağı için 9 saat çalışmak zorunda, bir mesaiden fazla. Bir tane almayacak, 6 tane alacak. 6 tane çay tabağı içinde 50 saat, bir buçuk hafta çalışmak zorunda. Hayatının bir buçuk haftasını 6 tane gümüş çay tabağı almak için harcadı. Tamam hobisiydi. Üzerine 6’lı cam bardak en ucuzundan, içine koyduğu kaşık alüminyum pres, onu da geçtim. O gümüş çay tabağını kullanmıyor, kağıda sarılı, çekmecede. Misafir geldiğinde çıkacak. Gösterişe bakın. Kendin kullanmıyorsun. Daha kötüsü 6 gümüş çay tabağını parlak ve kullanılabilir tutmak için, 1,5 ay çalışıp gümüş parlatıcı kimyasalını satın alabilirsin. Ömür boyu parlak tutmak için 150 lira harcıyorsun. Kendin de kullanmıyorsun, çekmecede duruyor. Koltuk takımı alıyorsun, üstüne çarşaf örtüyorsun, apartmana kaçan da odaya girip televizyon seyrediyor…
Komik değil mi?
Komik. Bunlar hassas konular. Tabi ben sosyolojik ve felsefi açıdan bakıyorum. Bugün çamaşır makinasıdır, geçen asırda çamaşır tahtasıdır, işte derede dövülürdü, çamaşır leğeniydi, vesaire. Ne şekilde, nereden başladığını söyleyemem. Bunun da kalacağı yok. Şimdi buharlı makinalar çıkmaya başladı. Belki kumlu makinalar çıkacak, bilemiyorum. Onun niteliğinden ve niceliğinden ziyade; insanın emeğinin karşılığında kazandığı kazanımlarını, harcarken nasıl kandırıldığı kısmıyla daha çok ilgileniyorum. Beni tüketici tarafında o tarafı ilgilendiriyor. Ürün ya da firmanın ahlaksızlığı ile ilgili değilim.
Biz de meyilliyiz, zaten kandırılmaya alışmışız artık…
Ama olmaz işte! A firması bilmem ne malını, otomotiv markası bilmem ne aracını geri çağırdı. Geri çağırdı ne demek? Bozuk, nasıl satarsın sen bunu? Nasıl testlerini yapmadan satarsın ve geri çağırırsın. 35 bin alıcı geri çağırıldı, bunun 5 bini 7 gün içinde geri gidecek. Kalan 30 bin, o şekilde kullanmaya devam edecek. 35 bin aracı fabrikaya geri alırsanız, fabrika kapanır. Bu tüketici memnuniyeti gibi… “Faturası ile getirirseniz, 30 gün içinde değiştiririz ..” Ben götürüyorum bir şey olduğunda, cevap “kötü yıkadınız”!…
Bir de azarlıyorlar.
Yıkayacağım tabi, bu fanila. İçinde de yazıyor; “30 derecede çamaşır makinasında yıkayınız. Asmayınız, kurutmaya atmayınız.” Uydum. “Yo, siz 50 derecede yıkamışsınızdır.” diyor. Yahu kardeşim cahil mi kaldım ben? Bu bozuldu!.. Bu yüzden Türkiye’den elimden geldiğince hiçbir şey almıyorum. Bütün giyim, tekstil, çarşaf, ayakkabı, şampuanımı bile yurtdışından alıyorum. Çünkü aynı değil. Bir kere burada her şey ithal zaten, yerli hemen hemen hiçbir şey yok. Çok pahalı. Bakıyorum bir obje, aynı marka orada daha ucuz, burada çok daha pahalı. Vergi biniyor, nakliye biniyor, dükkan kirası biniyor, alışveriş merkezinin yüksek kirası biniyor. Almıyorum o yüzden Türkiye’den. Mecburen gıdamı alıyorum. Çok sık seyahat ettiğim için, hafta 2-3 kere işim gereği yurtdışına çıktığım oluyor, fazla bagaj taşımadığım için, sürekli de deli gibi alışveriş yapan bir adam değilim. Mesela beyaz peynir, zeytinyağı ve kepek ekmeğini artık getiriyorum. Yiyeceğim zaten, 1 haftada bir büyük somun ekmek. Onu bile aldığım oluyor. Türkiye’de maalesef nitelikli, kaliteli iyi bir şey yok. Topraklarımız kontamine, kötü besleniyoruz. Artık doğru dürüst inek sütü yok. İyi bir meyve suyu bulamıyoruz. Portakallarımız bile sıktığımız zaman portakal değiller artık. Çok acayipler. Ekşi, acı bir şeyler çıkıyor. Artık o Finike portakalı yok, onun adı ‘vaşington’ portakalı
Rakipleriniz hakkında fikirleriniz neler?
Rakibim yok ki. Keşke olsa da kendimle yarışmaktan vazgeçip onlarla yarışsam. Defalarca söylüyorum değişik yerlerde; Türkiye’yi ekrandan izliyorsunuz. Sokaktan izleme şansınız yok. Çünkü sokaklar karmakarışık. Baktığınız zaman gazetelere, internete, protokola, ünlülere; ya selüloitleri ortada, don- sutyen plajdalar.
Giyinen yok Türkiye’de. Türkiye giyinmiyor. Türkiye ya soyunuyor, ya örtünüyor. Giyinmek başka bir kültür. Doğru zaman, doğru zemin, doğru mekan. Buraya dünyanın her yerinden devlet başkanları geliyor, politik nedenlerle. Şeyha Mosa da geliyor, Ürdün kralı’nın da karısı geliyor,. Onları da görüyoruz. Artık ben bunu açıkça ifade ediyorum. Bir kuralı vardır, protokolün. En son o Londra’daki bütün dünyaya düşen fotoğraf, Sabık Cumhurbaşkanımızın eşi Hayrünsa Gül’ün beyaz botları ve platformlu topukları… Bu çanta merakı nedir? Protokolde çanta olmaz. Dünya’da hiçbir first lady’nin elinde çanta göremezsiniz. O kadar koruma ordusuyla gezerken, çanta niye taşısın ki kadın. Ne var ki içinde? Bir tek İngiltere Kraliçesi çanta taşır elinde, onun da sebebi vardır. Geleneksel olarak, hazinenin ve kilisenin anahtarları kraliçenin sürekli yanında olmak zorundadır. Yatak odasında da, tahta çıktığında bile o çanta elindedir. Her ülkenin kendi kültürüne göre protokol kuralları var. Biz bugüne kadar Cumhurbaşkanı eşi olarak, ilk Semra Özal ve sonrasında Nazmiye Demirel’i gördük. Daha sonra yeri doldurulamaz, bir daha asla gelmeyecek, gerçekten zarafeti, hanımefendiliği ile bu ülkeye çok yakıştığını gördüğüm Semra Sezer’i gördük. İbadet, itikat, iman başka şeydir. İnsanlık ailesinin en az olduğu giysiler İslami giysilerdir. Takma kol olmaz, arka orta ve dikiş olmaz. Üste kemer olmaz, vücut hatlarını göstermemelidir. Bellidir kuralları. O kurallara uygun giyinmiyor ki Türk protokolü. Türk protokolü sadece örtünüyor, giyinmiyor. Başka iş. Bizim kadınlarımız Anadolu’da başlarında yemeni ve sırtlarında mermilerle Çanakkale’de yürürken; onlar da örtülüydü. Altında şalvarıyla. Postallarını kaynatıp yedi askerlerimiz, açlıktan. Platform pabuç mu vardı?
Teşekkür ederim, ağzınıza sağlık…
Rica ederim, ben teşekkür ederim. Sözü olan söylesin bu ülkede.