
Analiz: Nilüfer Tuba Akman / [email protected]
Yönetmen; Roman Polanski. Oyuncular: Adrien Brody (Wladyslaw Szpilman), Thomas Kretschmann (Yüzbaşı Wilm Hosenfeld), Frank Finlay (Baba), Maureen Lipman (Anne), Emilia Fox (Dorota), Ed Stoppard (Henryk), Julia Rayner (Regina), Jessica Kate Meyer (Halina), Ruth Platt (Janina). Senaryo: Ronald Harwood, Wladyslaw Szpilman (Kitap). Görüntü Yönetmeni: Pawel Edelman. Müzik: Wojciech Kilar Kurgu: Herve de Luze. Yapım Tasarımcısı: Allan Starski. Yapımcı: Robert Benmussa, Roman Polanski, Alain Sarde. Süre: 148 dk. Yapım: Büyük Britanya, Fransa, Almanya, Hollanda, Polonya.
Filmdeki, II.Dünya Savaşı hakkında tarihsel gerçeğe kısaca değinirsek; Almanya 1. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsız bir devlet olarak yeniden kurulan Polonya’yı işgal etti çünkü Nazilere göre Yahudiler ulusal vücudu hasta eden parazitler idi. İngiltere ve Fransa Alman saldırısına karşı Polonyalılara yardım edecekleri konusunda kesin güvence verdiler. Almanya, Polonya’ya saldırınca da 2. Dünya Savaşı başlamış oldu. Almanya 1 Eylül’de Polonya’ya girdi. İngiltere ile Fransa sözlerini tutarak 3 Eylül’de Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya, Kanada ve Güney Afrika’nın da aralarında bulunduğu başka ülkeler de İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldı. Ama Müttefikler, Alman kara ve güçlerince hızla işgal edilen Polonya’ya yardım edemedi. 17 Eylül’de SSCB de doğudan Polonya’ya girdi. Polonya teslim oldu.

II. Dünya Savaşı’nın başlarında Polonya Alman işgaline uğruyor. Film, 1939 yılının Varşova’sının siyah-beyaz görüntüleriyle başlarken, hemen ardından başlayan renkli çekimlerin başında Polonyalı Wladyslaw Szpilman’ı, Almanlar tarafından bombalanmaya başlanan Varşova Radyosu’nda vazgeçmemecesine piyanosunu çalmaya devam ederken görüyoruz ve bombardıman kuvvetlenince zorunlu kaçış başlıyor… Annesi, babası, iki kız kardeşi ve erkek kardeşi ile birlikte aynı evde yaşayan Szpilman, eve geldiğinde ailesini Varşova’yı terk etmek üzere toplanırken buluyor fakat hemen tepkisini dile getiriyor. “Ölmek istersem eğer… evimde ölürüm.” Tam o sırada radyodan gelen haber aileyi büyük bir sevince boğuyor. İngiliz Hükümeti’nin, Almanya’ya ültimatom vermesine rağmen karşılık alamadığı duyuruluyor, Almanya’ya karşı savaş açtığı ilan ediliyor ve aynı zamanda Fransa’nın da aynı açıklamayı yaptığı duyuruluyor. İngiltere ve Fransa’nın savaşa girmesi ile Szpilman ve ailesi Varşova’da kalmaya karar veriyorlar. Bu noktada, gerçekten umutlanan aile, sonun başlangıcında olduklarını anlayıp gerçekler ile yüzleşmeye başlıyor. Alman ordusu şehri işgal ediyor. Yahudilerin kafe ve restoranlara girmesi yasaklanıyor, kaldırımlardan ve park banklarından dışlanmaya başlıyorlar, Almanlar tarafından Yahudi olduklarını belli edecek kol bantları takmaya zorlanıyorlar ve her aile 2000 zlot’un haricinde bütün paralarını Almanlar’a vermeye zorlanıyor. Almanlar Yahudileri şehrin belli bir bölümünde yaşamaya zorluyorlar. Szpilman bir kafede piyano çalarak geçimini sağlamaya başlıyor. Bu arada Yahudiler giderek yoksullaşmaya başlıyorlar ve çoğu temel haklarından mahrum bırakılıyorlar. 1942 yılında ailesi ile birlikte kamplara gönderilmek üzere tren istasyonuna gittiğinde, bir Yahudi polis Spzilman’ın kaçıp saklanmasına yardımcı oluyor. Spzilman, kaçtıktan sonra devamlı saklanmak zorunda kalıyor ve işçi olarak çalışıp hayatını kazanırken, terkedilmiş evleri gizlenmek için kullanıyor.
Szpilman, hayatta kalmaya çalışan, çaresiz ve karanlık bir geleceğe doğru yol alan Yahudileri temsil ediyor. Filmde ceset dağları, gaz odaları, insan fırınlarının tüten bacaları, toplama kampları gösterilmiyor fakat 400.000’e yakın Yahudi’nin yerleştirildiği bölgenin duvarlarla ayrılması çok acı gerçeği gözler önüne seriyor. Bu inşa edilen duvar, yapılan soykırımın, ayrımın, çaresizliğin ve mağdur durumda olan insanların hayatta kalma isteğinin nasıl güçlü bir içgüdü olarak ortaya çıkabileceğini gösteren bir simge olarak kafalarımıza kazınıyor.
Szpilman için sanat, yaşamında en önemli kavramlardan biri. Fakat filmi izlerken Szpilman’ın çalmak isterken çalamadığı piyanosunun tuşlarına bile basmaktan mahrum kalmasını, saklandığı apartmanlardaki yalnız ve bitmek tükenmek bilmeyen açlık ile yüzleşmesini, susuz kalmasını görmek son derece trajik ve acı verici. Film ilerledikçe, kendinizi Szpilman’ın yerine koymaktan vazgeçemiyorsunuz. Bir sonraki sahnede neler olacağını, olayların nasıl gelişeceğini merak etmekten kendinizi alıkoymanız mümkün değil. Film, alabildiğince yoğunluğu ve Adrien Brody’nin başarılı performansı ile birleşince, izleyiciye hayatta kalma duygusunu ve yaşama isteğinin zorlayıcılığını, harmanlanmış şekilde aralıksız sunmaya devam ediyor.
Filmde tarihsel bir gerçeklik ortaya konulduğu halde, usta yönetmen Roman Polanski’nin etkileyici anlatım tarzı bizi hiç beklemediğimiz yerlere götürüyor. Yönetmen Roman Polanski’nin çektiği Filmleri şöyle bir hatırlayalım. “Power, Teeth Smile, A Murderer, Lampa, When Angels Fall, The Fat and the Lean, Knife in the Water, Mammals, Repulsion, Fearless Wampire Killers, Rosemary’s Baby, Macbeth, Chinatown, Tess, Pirates, Frantic, Bitter Moon, Death and the Maiden ve The Ninth Gate”.
Kariyer yaşamında aktör, yapımcı ve yazar kimliklerini başarıyla taşıyan Roman Polanski, içgüdülerini disiplinden ödün vermeden takip eden, anlık arzuları başarıyla yansıtan, gerçeklikten kaçmayarak şiddeti olduğu gibi gösteren bir yönetmen…
Başarısının altında yatan en önemli sebeplerden birisinin fantezi ve gerçeklik öğelerini tam bir akıcı uyum içerisinde kullanmasına bağlamamak mümkün değil. Beyaz perdeye verdiği birbirinden güzel ve önemli yapıtlar, hikaye anlatımında sahip olduğu kendine özel hayal dünyasının derinliğini yansıtıyor. Bir anlamda hayal ve gerçeğin uyumunu yakalamak için bir kaçış gerekiyor. Bu denge, yönetmenin bir açıdan, yaşama sebebini açıkça ele vermekte… Piyanist adlı filmde, tarihsel bir gerçekliğin yarattığı ciddi bir geri dönüş yaşanmasına rağmen, bir sinema filmi tadını yakalamasını sağlayan en önemli nokta; çoğu film karesinde fantezinin ve gerçek yaşamın birbirinin içine geçmesi.
Polanski’nin ‘kaçış’a endeksli bir yönetmen olduğunu düşünüyorum çünkü geçmiş yaşantısını incelediğiniz takdirde, 1939 yılında Nazilerin Polonya’yı ele geçirmesiyle, 1941 yılında Polanski’nin Yahudi ailesinin toplama kamplarına gönderildiğini ve genç Polanski’nin bu ayrılıktan dolayı güçsüz düşerek, yıllarca aileden aileye verildiğini, sonradan kendini savunmak için sokak çetelerinin bir üyesi olduğunu öğreniyoruz. Filmde, yönetmenin yaşamına dair, şaşırtıcı benzerlikler göze çarpıyor. Fakat Polanski’nin kendi hayatı ve filmleri arasında kurduğu bağlantıyı, ‘kaçış’ı simgeleyen öyle önemli kareler var ki… Mesela, Szpilman, Yahudi ailesi Naziler tarafından toplama kampına gönderildiğinde güçsüz düşmüyor, aksine hayata sımsıkı sarılıyor; yaşamak, kurtulmak için devamlı ‘kaçması’ gerekiyor. Hiçbir zaman sokak onu yutmuyor ve elinden geldiğince açlığa, yaşamdaki gerçekliğin acımazlığına, ahlaksızlığa başkaldırıyor.
Bir başka açıdan ilave etmeliyim ki, sinemanın duyuları harekete geçiren, hızlı ve büyülü dünyası; Polanski’ye bu ‘kaçış’ında büyük yarar sağlamış olmalı. Gerçek hayat; masum insanlarla, onların kanını emmek ve yok etmek amacı taşıyan insanlardan ibaret… Bu yüzden, bir sinema filmi yaptığınız zaman, hayattaki bu kısırdöngüye, bilinçaltımızdaki vahşete karşı bir ‘duruş’unuz olmalı. Hayatı; gerçekliğin içinden geçerek, duyularınızla yansıtıp, yargılamalısınız. Hiçbir yönetmen, kendi bilinçaltını, duyularını, kederini, sevgisini sinemaya yansıttığı için suçlanmamalı…
Gerçek hayata sadece öylesine baktığımız zaman tüm şiddeti, sapıklığı, seksüel güdüyü tam anlamı ile hissediyoruz. Günümüzde yaşanan gerçek hayatın karmaşası, çürümüşlüğün ve güzelliğin boğuşması ile geçmişte yaşanan toplumsal ve tarihsel olayların gidişatının bazen kötümser açıdan net olarak gözler önüne serilmesi, garipsenecek bir tutum olmamalı…
Polanski’nin filmlerinin, hayatın gelenekselliği ile ve kendi zıtlıkları ile dolu, hayallerin, anıların kabusların bütünleştirdiği artistik mantığını buluşturduğunu düşünüyorum. Filme seçilen oyuncular ve performans açısından bakarsak eğer; insan bedeninin, gösterilen performansın ve seçilen kostümlerin, filmin konusu ve senaryoya uygun şekilde doğal olarak, kendiliğinden şekillendiğini fark ediyoruz… Polanski’nin II. Dünya Savaşı’nın büyük bir resmini harekete geçirirken, bunu ayrıntılarla dile getirdiğini hissettim. Çünkü sinema, her şeyin dışında, kendi soluduğu havada, kendi kararsızlığında çeşitli ayrıntılarda saklı ‘duruş’lara yardım eden bir sanat dalı. Sinemanın en önemli öğelerinin korkuyu, aşkı, heyecanı, şiddeti barındıran ve yansıtan karakter ve hayatın değişik yüzlerini yansıtan, karakterlerin fonksiyonlarını, konunun ana hatlarını ayrıntı ile beraber yansıtan, doğal bir yapıya bürünmüş senaryo olduğunu düşünüyorum.
Kişilerin tecrübelerinden ve devamlı değişen hayattan ortaya çıkan hayallerin ve anıların zenginleştirdiği, aklın yansıması olan sinema, her zaman yeni olasılıklara ve gizeme sahip olmalı… Sinema hayatı, yaşanmışlıkları yansıttığına göre; kişilerin kendi içlerinde hissettiği ve dışarıda olup bitenleri hiçbir zaman birbirinden ayırt edemeyiz. Hayatın koskocaman bir tiyatro sahnesi olduğunu ve bizlerin o sahnede en müthiş performansımızla rol kestiğimizi düşünürsek; bütün kabusların doğruluk payına sahip olduğunu ve bütün gizli korkularımızın gerçek olduğunu görürüz.
‘Piyanist’te saygı duyduğum ve kendini gerçek bir aktör olarak kabul ettiren Adrien Brody’i, filmin konusu ve yönetmeni içine alan üçlü kombinasyonun yetenekli parçası olarak görüyorum. Adrien Brody’nin rol aldığı filmleri hatırlayalım… “King of the Hill, Harrison’s Flowers, Bread And Roses, The Affair Of The Necklace, Liberty Heights, Summer Of Sam, The Thin Red Line, Oxygen, Six Ways To Sunday, The Last Time I Committed Suicide, Love the Hard Way. “
İlk izlediğim anda, filmde dikkatimi çeken üç ana unsur oluştu. Birincisi, Adrien Brody’nin fiziksel yönden çok aşırı şekilde zayıf olması ve film ilerledikçe daha da zayıf gözükmesiydi. Daha önce izlediğim, sayısını bile unuttuğum birçok filmde aktörlerin, filmin konusuna ve karakterin yapısına uyacak şekilde, aşırı kilo aldıklarına veya tam tersi kilo verdiklerine şahit oldum. Gerçek bir oyuncu her zaman için rolünün hakkını veren ve gerekli ve istenilen koşullara harfiyen uyan kişidir.
İkinci olarak, Adrien Brody’nin gerçekten piyano çalmayı öğrenmiş olabileceğini düşündüm. Teknik olarak, piyanist karakterini ve ruhunu iyi yansıtabilmesi açısından gerçekten piyano çalmayı öğrenmesi gerektiğine karar verdim.
Üçüncü olarak, filmin sonlarına doğru Szpilman’ın uzun bir süre ayrı kaldıktan sonra, piyano ile buluşmasını gösteren sahneyi izlediğim zaman kanımın çekildiğini hissettim ve o sahneyi gerçekten yaşadım. Uzun bir aradan sonra, özlem duyulan bir şeyle karşılaşmak, belki de bir daha eski akışkanlıkta piyano çalıp çalamayacağını bilememenin yarattığı güvensizlik, o an piyanonun tuşlarına parmaklarını değdirmek için tereddüt ettiği zaman, belki de aradan uzun bir zamanın geçmiş olmasının yarattığı korku. Bir başka açıdan; belki de aşık olduğunuz kişiye dokunamamak, tepkiyi bilememek ve tenini hissedemeden, kafanızda saatlerce seviştiğiniz, aşık olduğunuz insan. Platonik bir aşk belki de…
Szpilman’ın birçok değişik duyguyu bir arada yaşamış olma ihtimali, o an oyuncu olarak kafasından geçen düşünceleri, izleyicinin duyguları tahmin etmeye çalışması ve aynı zamanda oyuncunun bu duyguları hissettirmek adına gösterdiği performans, Adrien Brody’nin oyunculuğunu ortaya çıkarıyor. Bir oyuncunun eleştiriye, yoruma açık olması ve olayları değişik açılardan görerek, oyunculuğuna katkıda bulunması açısından analiz edebilmesi çok önemlidir. Eğer olaylara ve insanlara karşı yeterince açık olunursa, öğrenmenin sonunun olmadığı görülür.